Translate

suudi arabistanda hayat etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
suudi arabistanda hayat etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

11 Temmuz 2013 Perşembe

Ramadan Kareem!!

Dünden beri inanılmaz bir kum fırtınası var dışarıda. Klimaların duvarla birleştiği noktalardan yani iğne deliğinden bile kum giriyor içeri. Hani bir toz kokusu vardır. Bilir misiniz? İşte o toz kokusu sarıyor evin içini. Üstelik bitmek bilmeyen bir süre boyunca.  Önce diyorum ki bir cam açayım evi havalandırayım. Şartlı refleks. Sonra hatırlıyorum tekrar cam açamayacağımı dışarısı içeriden beter. Böyle bir çaresizlik işte evin içinde.
Bir de her yer kırmızı bir toz katmanı oluyor evin içinde. Masayı bir siliyorum ki bez kıpkırmızı. Nasıl giriyor içeri bu toz inanılır gibi değil. Yerler de çıtır çıtır kum…
Çok sinir bozucu.
Klimayı çalıştırmak en mantıklı çözüm oluyor genellikle. Böylece biraz daha az hissediliyor toz kokusu. Geçen geldiğimde 2 kere olmuştu kum fırtınası. Ama sadece 1 ‘er gün sürmüştü. O sırada dışarda olmak da çok kötü. Çünkü göz gözü görmüyor. İnanılmaz bir toz bulutu. Her yer birbirine karışmış yerdeki çöpler bile havada uçuşuyor.

Bu seferki kum fırtınası ise bana çok uzun geldi. Dün sabah başladı hala devam ediyor. :/
Geçen sefer anlatmıştım, Suudların yaşadıkları evleri. Yüksek pencereli ve hep genellikle duvarların ardında diye.  Yüksek pencereli olmasa da evlerin pencereleri buzlu cam.

Normal camlı ev yok denecek kadar az burada. Ev ne kadar kapalı ve penceresizse o kadar çok tercih ediliyor ve değeri artıyormuş. Bana mezar gibi geliyor. Oldukça klostrofobik bir durum. Pencereye çıkayım dışarı bir bakayım, hava nasıl, dışardan gelen ses ne gibi sorulara cevap bulamıyorsunuz. Pencereden bakmayı unutun.
Balkon desen zaten yok. Müstakil evlerin bazılarının balkonları, Teras ya da bahçeleri olabiliyor. Ancak onlarda yine etrafı kapalı olmak kaydıyla tabi ki.
Güneş doğdu mu ? Hava karardı mı? Bir haber yaşıyorlar. İçerde hep aynı çünkü klimayla aynı hava, ışıklar açık, aynı aydınlık.
Gündüz mü gece mi belirsiz, önemsiz de zaten.
İşte böyle burada ev halleri. Allahtan compoundlarda(yabancılar için oluşturulan büyük siteler) bizim alışık olduğumuz tarzda evler var.
kaynak: http://patokallio.name/photo/travel/SaudiArabia/Jeddah/AlBalad_CoralHouses.JPG
Genellikle müstakil ve büyük camlı, bahçeli evler. Abaya’yla kapanmak yetmezmiş gibi, güneşe, aydınlığa alışık bünyeler nasıl yaşar mezar gibi kapalı evlerde, saklanarak…
Apartmanlarda camların renkli veya koyu renk olması dikkat çekiyor. 

Bu tarz müstakil evlerde de duvarların örtemediği yerler de pencereler yine vitray kaplı renkli camlarla kapatılmış durumda. 

Hep merak ettim burada kadınlarda kesin D vitamini eksikliği vardır diye. Zaten kadınların yüzleri görünse soluk ve cansız tenleri dikkat çekerdi bence.

Nasıl bir ikilem düşünsenize dünyanın en sıcak, en çok güneş gören ülkesinde yaşıyorsunuz ama güneşten belki de Ruslardan bile daha az yararlanıyorsunuz. Evrenin dengesine bakın…
Tanrı bu topraklara hiçbir şey vermemiş. Bereketsiz, ağaç yetişmeyen, kupkuru uçsuz bucaksız kumdan ibaret koskoca bir Arap yarımadası. Ama bütün bunlardan mahrum ederken de tek bir şeyi mümkün kılmış. Petrol!!

Bu yazı başka noktalara gitmeden bitiriyorum. Güzel ülkemde ramazan başlayalı 3 gün oldu Oysa Türkiye dışında İslam aleminde Ramazan ayı bir gün sonra başladı yani ayın 10’unda. Burada ayın şekline bakıyorlar. Hilal olmadan ramazan ayı başlamıyor. 9’unda gece hilal çıkmamış. O yüzden kimse sahura kalkmadı. Bir gün geriden geliyoruz yani.

Dün akşam iftara gittik, ilk iftar açıldı dün. Yolda kırmızı ışıkta duran arabalara restoranların elemanları bedava yemek dağıtıyordu. İşin ilginç tarafı, yemeği verdiği kişinin, fotoğrafını çekiyorlar ki belgelensin verdiği :) Her kavşakta 3,4 kişi bu şekilde şehir merkezinde yemek dağıtıyordu. Şaşırmadım desem yalan olur J

Hayırlı ramazanlar! Arapların dediği gibi; Ramadan Kareem!

8 Temmuz 2013 Pazartesi

Gölgede 48 derece


Buralarda mavi bir gökyüzü veya bembeyaz pamuksu bulutlar yok. Hava sıcakken yani güneşliyken bile açık bir gökyüzü göremiyorsunuz. Genel olarak burada hayata sepya filtreyle bakıyoruz. Sarı ve tonları hakim tonlar yani. Her şey biraz eskimiş fotoğraflardaki gibi.

Bu durum Dubai de de ilgimi çekmişti. Masmavi gökyüzünde birkaç beyaz buluttur genelde beklediğim ve alışık olduğum görüntü yaz aylarında. Türkiye’min güzel sahilleri ve şahane Akdeniz iklimi bunu gösterdi hep bize. Arap Peninsula’sında ise Gökyüzü kum ve toz karışımı bir tabakayla kaplı. Öyle ki çoğu zaman güneşi net göremiyorsunuz. Yukarı bakınca görünen gri, sarı garip bir katman sadece.  İnsanı bunaltan. Hani deriz ya bazen “ah bir yağmur yağsa da rahatlasa” diye… Ne yazık ki burada yağmur filanda yağmıyor. Dolayısıyla hep öyle bir hava işte…
Havalar bu aralar tek konum. Çünkü çok sıcak. Dün saat 6 gibi gölgede 48 dereceydi burası. Yani öyle Türkiye’deki “çok sıcak” değil bahsettiğim. Zaten gündüz dışarı çıkmıyoruz mümkün olduğunca, ama gece bile hava sıcaklığı 40 derecenin altına inmiyor.
Evde klima 24 saat açık. Kapayınca sıcaklık ele geçiriyor hemen tüm evi. Hayat daha da yavaşlıyor o yüzden burada. Herkes istirahatte.

Geçenlerde erken çıktık dışarı. Riyad’a gitmek için saat 3 buçuğa geliyordu ve yollar bomboştu. Trafiği bu kadar rahat ve sokakları bu kadar boş görmemiştim hiç. Üstelik bir elektronik mağazasına uğramamız gerekiyordu daha açılmamıştı bile. 4’te açılıyormuş. Onun açılmasını bekledik bir süre. Bu durum belki burada ki hayatı anlamanıza yardımcı olur. Hayat burada çok geç başlıyor. Çünkü kimse 50 derecede işini halletmek, dışarı çıkmak, yemeğe gitmek veya alışveriş yapmak istemiyor. Ancak 4’ten 5’ten sonra yavaş yavaş hayat akmaya başlıyor. En kalabalık saatler ise en son ki yatsı namazının bitişiyle 9’a doğru başlıyor.
İşten en geç çıkan bile 3 de evde oluyor ki sevgilimde buna dahil J Gerçi sabah çok erken işe gidiyorlar. Ama şimdi ramazan geliyor malum. 12 de mesai bitecek çoğu işyerinde, sonra herkes evine… Ramazanda bu hayat daha da yavaşlayacak. İftara kadar her yer kapalı olacak. İftara doğru açılmaya başlayacak her yer ve herkes sahura kadar ayakta kalacak. Dışarıda, alışveriş merkezlerinde, restoranlarda, hayat gece hızlanacak.

Bu sıcakta yemek de dert.  Sürekli meyve ve meyve suyuyla yaşıyoruz. Son keşfim; mango!! İnanılmaz lezzetli bir meyve. Daha önceden mango suyuna aşinalığım vardı. Ama hiç mango yememiştim. Burada bizde elma, portakal neyse mango da öyle. Ölüp bitiyorum mangoya şu aralar…

Kilo kilo alıyoruz. Bir de yemesi zahmetli ki sormayın. Büyük bir meyve mango ama içinde nerdeyse yarısı kadar çekirdeği var. Ama etli kısmı da bir o kadar lezzetli ve sulu. Anlatırken bile ağzım sulandı. Her gün mango saatimiz var sevgilimle. Oturup özenle yiyoruz. Tabi ben biraz aç gözlülük yapıp sevgilimin önündeki mangoları da yiyebiliyorum. Nedenlerim var ama. Dönünce yiyemeyeceğim ne kadar çok yersem o kadar iyi diyorum J  Bu arada deneye deneye en lezzetli mangoyu da bulduk. Pakistan mangosu şahane oluyor. Tavsiye ederim. Birkaç çeşidi var burada. Diğerleri çok lifli oluyor. Her neyse bu kadar mango muhabbeti de yeter J

Haydi, bana müsaade bir tane mango soyayım başucuma koyayım  J

4 Temmuz 2013 Perşembe

Sana Ne?

Dedim ki yeter geçen sefer çok yazdım çarşafla ilgili. Bu sefer yazmayacağım ama olmadı. çünkü dün akşam öyle bir şey oldu ki kendi kendime dedim bunun üzerine yazmasam olmaz…
Başımı genellikle kapatıyorum. Hele ki yalnızken hep kapalı oluyor çünkü daha rahat ediyorum bakışlar azalıyor en azından. Bazı alışveriş merkezleri var yabancıların fazla olduğu oralarda pek sorun olmuyor başım açık dolaşmak.
Dün akşam alışveriş yapmak için dışarı çıktık. Sevgilimin telefon servis sağlayıcısında işi uzun sürünce beni hemen yanındaki alışveriş merkezine bıraktı. Ben dolanırken o da işini halledip yanıma gelecekti. Ben geçen geldiğimde de bu sefer de yalnız pek dışarı çıkmıyorum. Alışveriş merkezinin içinde bazen ayrılıp, işlerimizi halledip tekrar buluşuyoruz ki yarım saat bile sürmüyor o da zaten.
İşte yine böyle bir durumda keyfim yerinde rahat rahat her şeye bakarak, inceleyerek dolaşıyordum bir mağazanın içinde. Etrafta kadınların daha çok olduğunu da belirtmek istiyorum bu arada. Mağazada Bulunan erkeklerde çoğunlukla çalışanlar veya eşleriyle gelmiş tek tük suudlardan ibaretti. Başım kapalı ama her zaman ki gibi sadece örtüyü başıma atmışım öyle sıkı bir kapama değil yani formalite. Zaten yabancı kadınların çoğu bu şekilde örtüyor başını. Kadın ayakkabı reyonunda dolaşırken bir kadın yanıma geldi önce baktı uzun uzun. Zaten ben dolaşırken  kimseyle göz göze gelmemeye çalışıyorum. Çünkü o kadar çok bakıyorlar ki ben utanıyorum. Her neyse Uzun bakışın ardından Arapça bir şeyler söyledi bana. Bende yanımdaki kadına döndüm baktım.
Kadın ellerinde siyah eldivenleri olan, gözlerini açık bırakan iki parmaklık aralığı bile siyah tülle örtmüş, bir Suud kadınıydı. (en azından ben öyle tahmin ettim). Benimle konuştuğunu anlayınca Arapça bilmediğimi söyledim İngilizce. Sonra Arapça bir şeyler söyledi tekrar bu sefer el hareketleriyle. Oysa ki ben nasıl anlayabilirdim ki her yeri ama her bir noktası kapkara bir örtüyle kapalı bir kadın size dünyanın en açık diliyle konuşsa da anlaması çok zor!!
Benim yüzümdeki şaşkın ve anlamamış ifadeyi görünce muhtemelen en iyi bildiği İngilizce kelimeyi söyledi. “head scarf” yani başörtüsü. Ama asıl demek istediği şeyin “veil”  yani peçe demek olduğunu arkasından elleriyle kendi peçesini indirip tekrar kaldırarak anlattı. Sonuna da “please” diye ekledi.
Ben önce aman Allahım şaka mı bu diye düşünürken o dakikaya kadar bir şey söylememiş olduğumu fark ettim. O kadar şaşırdım ki… Susup kadını seyrediyorum.
İki kere daha el hareketleriyle gösterdikten sonra, son bir defa “please” diyerek performansını tamamladı. Ben benim peçem yok tarzı bir şey söylemeye çalıştım ama cümlemi bitirmeden ellerimi başımdaki örtüye götürdüm refleks olarak. Ve arkamı dönüp, yavaşça uzaklaştım. Şok içinde.
Arkamı dönmemle büyük bir sinir ve hayal kırıklığı başımdan aşağı boşaldı. Sinirliydim, kadından çok kendime. Şaşkınlığıma. Niye hiçbir şey söyleyemedim diye. “Takmak zorunda değilim. Zaten her yerim kapalı sizi ilgilendirmez. Başımı kapamam yeterli peçe takmak gibi bir zorunluluğum yok gibi bir sürü şey söyleyebilirdim”. Ve hiçbir şey söyleyemedim, salak gibi durdum ve kadının dediği şeyi anlayana kadar, bide kadına gülümsedim… aaahh ahh!!
Sonra sevgilimi mi arasam gelse bir an önce diye düşündüm. Çünkü ben tek başımaydım ya. Tehdit oluşturuyorum tabi. Yanımda er kişi olunca yanıma yaklaşamazdı oysa ki.

Hayır anlamadığım şu: erkeklerin kadınlara yaptıkları baskıların yanında bir kadının başka kadına yaptığı bu baskı nedir? Erkeklerinkini anlayabiliyorum. Kendi siyasal iktidarlarını kadınlara dayatmak için yaptıkları şeylerden biri sadece. Ama kadınların bu sisteme o kadar dahil olup birbirlerine daha büyük acılar yaşatmalarını aklım almıyor. Çünkü kadın değişirse toplum değişir. O kadın yetiştirir geleceğin yetişkin bireylerini, erkeklerini, zihin yapısı yavaş yavaş değişmeye başlar ancak bu şekilde. Ah be teyze keşke bıraksan sende kızını komşunu karışmasan, o da sana karışmasa, yüzü gözüküyor diye şikayet etmesen, namussuz damgası vurmasan, bizim seni anlamaya çalışmamız gibi sende kapanmak istemeyen kadınları anlamaya çalışsan. Ellerini, gözlerini bile erkek tahrik olacak diye kapatan, dahası yüzü açık bir kadının bile toplumda erkekleri baştan çıkarabilecek olduğunu düşünen insanlar, hatta kadınlar var ne yazık ki
L ne erkeklerine güveniyorlar ne kendi kız kardeşlerine, kızlarına…
Tutamadım kendimi yazarken ama söyleyemediklerimin acısını çıkardım en azından. Sevgilim geldi olayın üzerinden 5 dk geçmeden. Ona da anlattım olanları sinirle. İyi ki dedi bir şey söylememişsin. Neden dedim? Söylemeliydim…
“O kadın her şeyden önce Suud. Senin söylediğine ters bir şey söylese sinirlense polise, güvenliğe şikayet etse seni. Olayı yanlış anlatsa sana değil ona inanırlar.” Öyle deyince sevgilim, sustum. Bir şey söyleyemedim. Haklıydı. Neyse dedim bende bloğuma yazarım. Herkese anlatırım. J

Ne yapalım burası da böyle bir ülke. Hadi buralar vatan değil de bir yere kadar umursuyor insan. Peki ya Güzel ülkemde bu kafa yapısında olanlara ne demeli, ne yapmalı?...

30 Haziran 2013 Pazar

OrtaDoğululaştıramadıklarımızdan mısınız?

Ve tekrar Arabistan’dayım. Bu sefer daha ilginç bir deneyim oldu buraya gelmek çünkü Dubai’den buraya geldik. Hal böyle olunca ister istemez, biraz daha zor geldi plajlarda gezerken, abayamı tekrar üstüme geçirmek,  trafiğe ve çevredeki düzensizliğe alışmak. Yine de şikâyetim yok sevgilimle beraberiz ya… :)

Daha geleli birkaç gün olmasına rağmen bana yazacak malzeme çoktan çıktı bile… Dubai yazısını yazarken şunu fark ettim, ne kadar gelişmiş bir ülkeye giderseniz anlatacak konu o kadar azalıyor. :) Eminim Türkiye’ye gelen turistlerde çok fazla anlatacak konu buluyorlardır döndüklerinde. O yüzden seviyorum değişik kültürleri bize, hatta dünyanın çoğuna yabancı gelen, uygulamaları  ve bu alışkanlıklarla yaşayan insanları gözlemeyi ve anlatmayı.
Burası ilk Ortadoğu tecrübemdi. Sevgilimden Ortadoğu’nun her ülkesi hakkında bir sürü hikaye dinlemiştim. Evet, az çok fikrim vardı. Ama gözlerinizle görmeniz, teninizde hissetmeniz, koklamanız gerekirmiş meğerse. Evet kokusu var buraların. Hiç bir yere benzemeyen...
Ortadoğu’ya geldiğinizde farklı bir dünyaya geliyorsunuz resmen. Türkiye’ye Döndüğümde dumur olmam, bir iki hafta kendime gelememem de bundan kaynaklanmıştı sanırım. Bahsettiğim 3,5 günlük bir gezi değil ama biraz uzun kalınca burası sizi yutuyor sanki. Bu topraklar büyülü gibi. İçine girince yavaş yavaş yoğuruluyorsunuz. Dünyanın geri kalanı bir tarafta, siz başka bir tarafta kalıyorsunuz sanki. Hayat yavaş işliyor. Sanki her şey yavaşlatılmış. Hayatın Kuralları farklı, ilişkiler, politika, ekonomi bile farklı işliyor.

İşte bunlar arasında şaşıra şaşıra yaşayıp giderken birden kendi alışık olduğunuz dünyanıza döndüğünüzde afallıyorsunuz bir süre. Hangisi gerçek? orası mı? Burası mı? Sanki boyut değiştirmiş gibi geliyor bir süre sonra…

İşte Ben bunları düşünürken bir de Mısırlı bir adamla Gezi olayları, Mısır ve Tahrir üzerine bir sohbet edince, hah dedim. Tam bir Ortadoğu deneyimi yaşıyorum şu an. 

Tüm Ortadoğu halklarının özellikle tuzu kuru olanlar değil Tunus, Mısır, Suriye gibi kanlı devrimler yaşamış ve hala yaşamakta olan halkların Türkiye’ye bakışı farklılaşmış durumda. Hepsi bize hayran… Türkiye ekonomik açıdan iyi, demokrasisi oturmuş, AB ye girmeye aday bölgenin en istikrarlı devletiyken böyle büyük bir ayaklanma çıkıyorsa Türkiye’de Başbakanın çok büyük bir hatası olmalı nelerin hesabını yanlış yaptı ki, bizim liderlerimizin durumuna düştü diyorlar. Hala Erdoğan’ın büyük hatayı devam ettirdiğini ve bunların benzerini yaşadıklarını, halka kulak tıkayan polis şiddetini arttırıp olayları küçümseyen liderlerin uzun dönemde sonunun pek de iyi olmadığını söylüyorlar. Ama hepsinin söylediği bir şey var. Bizi gülümseten göğsümüzü kabartan : “O nasıl güzel direniştir, nasıl barışçıl, nasıl sevgi, hümanizm ve zeka dolu direniştir öyle” diyorlar. Öyle valla diyoruz. Biz böyle direniriz, hiç beklenmeyen bir anda diriliriz.

MeaşAllah diye araya girip inşAllah diye devam ediyorlar. Bizde tekrarlıyoruz İnşallah… İngilizceye yeni bir anlam katıyor bu ortak kelimelerimiz. Ortak başka bir dil konuşuyoruz İngilizce gibi gözüken. İşte o an daha iyi anlıyorum, bizim de içimizde varolan Ortadoğuluyu…

5 Mart 2013 Salı

Arabistan'da, Huzur İslamda...Para var Huzur var :)))))


Arabistan'da ailelerin uyduğu bazı örf ve adetler var. Bazıları bize çok ters gelebilirken bazıları da bir o kadar tanıdık. Misafirlik bizde ki gibi yaygın.  Aileler birbirini ziyerete gidiyor ancak kadınlar ayrı erkekler ayrı oturuyor.
Restoranların çoğunda arabaya servis var. Yürüyerek dolaşamadıkları için, yiyecekleri alıp arabada gezerek yiyorlar. Bu da akıl almaz bir trafik meydana getiriyor.
Kadının evde yalnızken kocasının erkek kardeşini eve kabul etmesi adetlerine uygun değil. Evde yalnızken içeri alamıyor ancak kocası gelince içeri davet edebiliyor.
Bizim şehirlerde yaygın olarak gördüğümüz hafta sonları, otoban kenarı yeşilliklerinde, mangal yakma durumu Araplarda da çok yaygın. Tek bir farkla onlar için, Yeşillik veya çöl kumu fark etmiyor.
Et ve deniz ürünleri fiyatları çok uygun. Özellikle deniz böcekleri Türkiye’dekinin üçte bir fiyatına yiyebiliyorsunuz.
Marketlerde sınırsız tatlı içecek seçeneği var. Hatta o kadar çok meyve suyu çeşidi var ki dünya da ne kadar meyva varsa herbirinin suyunu katkısız şekliyle bulmak mümkün diyebilirim. Benim gibi sadece su ve ayran içen birisi için önce kabul etmesi zor oldu ama denedikçe meyve sularına bağımlı oldum. Restoranlarda da çok ilginç meyve kokteylleri ağızları sulandıracak şekilde servis ediliyor. Ve tabiiki alkolsüz biralardan da bahsetmesem olmaz…. Efes dahil olmak üzere dünyaca ünlü bir çok bira markasının, aromalı, alkolsüz biraları satılıyor. Ben daha önce "yanlışlıkla" alkolsüz bira içmiş biri olarak, çok gereksiz bir içecek olduğunu düşünürdüm. Yani bira zaten favori içkim değildir ama şöyle buz gibi bir bira da bazen şahane gider. Ee alkolsüz olduktan sonra su içmeyi tercih ederim diyordum ki… Buradaki biraları deneyene kadar….Limonlu, berryli, elmalı, narlı bir sürü çeşidi var. İnanın denemiş olsanız, Türkiye’deki meyvalı gazozları bir daha içmezsiniz. Üstelik malum her şeyin içine koydukları glikoz şurubu burada hiçbir içecekte bulunmuyor.

Birazda günlük hayattan bahsedecek olursam, her yere arabayla gidiliyor. Eğer yarım saat,  bir saatlik, bir işi varsa kimse, arabasının kontağını kapatmıyor. Hatta yazın hava sıcaklığı 50 dereceyi bulduğu günlerde 1 saat önceden arabalarını çalıştırıp klimalarını açıp, öyle biniyorlarmış.  Alışveriş merkezinde arabayı koymak için park yeri ararken bir çok arabanın çalışır durumda olduğunu ama içinde kimsenin olmadığını görünce ben oldukça şaşırmıştım.
Her yerde çok lüks arabalar var. Hıza meraklılar. En komiği, toplu taşıma diye bir şey yok. Bir tane bile otobüs görmedim daha. Taksiler var ve çok ucuz. Taksi kullananların çoğu yabancı kadınlar zaten. Geri kalan herkesin arabası veya şöförü var. Hatta Alışveriş merkezlerinin otoparklarında jeeplerin yanında oturan ve kadınları bekleyen, Filipinli şoförleri görebiliyorsunuz. 
Yemeklerini arabaya servisten alıp, arabayla dolaşarak yiyorlar. Evet, o kadar yapacak hiç bişe yok ki, siz düşünün... :)
Genellikle sosyal hayat akşam 7 buçuktan sonra başlıyor. Son yatsı namazının bitişiyle herkes sokaklara çıkıyor. Ondan önce dışarı çıktığınızda hem sıcak, hemde namaz saatleri yüzünden zırt pırt her yerin kapanmasından birşey yapamıyorsunuz. Namaz saatlerini takip etmeden plan yapınca ortada kalıyorsunuz. Sürekli namazın bitişini ve başlangıcını hesaplayarak alışverişe gitmek, hatta restoranlarda bile siparişi namazdan önce verebilmek gerekiyor, yoksa namaz bitene kadar kimse siparişinizi almıyor. Namaz saatinde tüm restoranlar ve mağazaların kapanması zorunlu. Restoranlar ışıklarını kapatıyor. Perdelerini indiriyor. İçerideki müşteriler de yemeği geldiyse eğer, yemeğini yemeye devam ediyor, Gelmediyse beklemek zorunda kalıyor. Mall'lar da ise tüm mağazalar kapanıyor ama Mall'un içinde gezmek serbest. O sırada yerlerde namaz kılan kadınları veya oturup mağazaların  açılmasını bekleyenleri görebiliyorsunuz. 
Zaman kavramı burada o kadar önemsiz ki. Her şey yavaş işliyor. Hayat duruyor belli sürelerde, ama kimsenin acelesi yok. Her şeyi tükettikleri gibi zamanı da bilinçsizce tüketiyorlar aslında... 
Geç saate kadar herkes dışarda oluyor ve öğlene kadar uyunuyor. Genelde herkes gece yaşıyor.
Arabanın deposunu doldurmak sadece 8 tl. ( vah benim ülkeme vah) Üstelik bahsi geçen araba 4x4, bunu da belirtmek isterim.  Zaten motor gücü olarak 4000 motorun altında pek araba göremiyorsunuz. İlk başta umarsızca benzin almak, yakıt hesabı yapmayı bırak, savurganca araba kullanmak bana çok garip geldi. Ama sonra alıştım sanırım. Türkiye ye dönünce yine km hesabına, her ay depoyu doldurmanın maliyetindeki artışa nasıl tahammül edicem bilmiyorum.
Bedevilerin çoğu Toyota marka pikap kullanıyor. Ama arabaların her yanı vuruk ve çizik içinde. Trafikte en çok onlardan korkmak gerekiyor çünkü kaybedecek bir şeyleri yokmuş gibi gidiyorlar.
Yollar çok geniş, asfalt kalitesi yüksek. Çok sıcaklarda bile erimiyormuş. O yüzden mesafeler bizdeki gibi değil 500-600 km kısa mesafe olarak nitelendiriliyor ve gerçekten hiç uzun yolda gittiğinizi hissetmiyorsunuz.
Ve en kötüsü çocuk sürücüler çok fazla. Geçenlerde Riyad’a giderken yolun kalabalığı bir tarafa, herkes en önce ben geçiyim telaşındayken, Sol arkamızdan bir anda, bir darbeyle irkildik. Kenara çektik ve sevgilim dışarı çıktı. 13-14 yaşlarında bir Suud erkek çocuğu. Korkmuş ve şaşkın bir şekilde bakıyor. Neyse ki bizim arabaya bir şey olmamıştı. Çocuk, sevgilime zaten arabayı atacağını arabanın çok eskidiğini söylemiş. Araba 3,4 yaşında bir Honda Civic’ti. Sanırım bu olay genel olarak Arapların trafik ve araba konusundaki davranışları ve düşünce yapılarını anlatmaya yeter.

O kadar zenginler ve o kadar parayı harcayacak yer ve ortamdan yoksunlar ki, araba konusunda sınırsız bir zevkleri var. Dünyanın en pahalı, en büyük arabalarını burada görmek mümkün. Geçen gece Riyad'ın en ünlü caddesi olan "Tahlia" caddesine gittik. İstanbul'un Bağdat caddesi gibi bir yer düşünün. Büyüklük ve piyasa olması açısından oldukça benzer olduklarını söyleyebilirim.  Bu cadde üzerinde bir çok restoran, cafe ve mağazalar bulunuyor. Riyad'da yürüyerek dolaşabileceğiniz tek yer de burası aslında. Yinede yürüyen kimseye pek rastlamıyorsunuz. Bu cadde de herkes arabasıyla tur atıyor ama ne arabalarla... 
Araplarda büyüklük takıntısı olduğunu söylemeden geçemeyeceğim. Her şeyin en büyüğünü alıyorlar. Arabanın, evlerin, yemeğin, "bigger is better" kavramı Amerikalılardan bile daha büyük bir takıntı bence Suudlarda. Zaten özellikle böyle bir caddede giderken Küçük Amerika'daymış gibi hissediyorsunuz kendinizi. Rahatlıkla, pembeye boyanmış bir Ferrari, veya tamamen altın kaplanmış bir Bentley görebilirsiniz. 
Ancak düşündüğümüzde hak veriyoruz Suudlara. Çok zenginler ama harcayacak yerleri ve yapabilecekleri hiç bir şey yok. Onlarda ellerindeki olanaklarla en iyisini yapmaya çalışıyor işte...
Orta halli bir Suud erkeği, hiç çalışmadan, evinde 2 hizmetçi, bir şoför ve en az 2 tane Türkiye standartlarına göre pahalı arabaya sahip olabiliyor. Kefalet sistemi diye bir sistem kurulmuş burada. Bu sisteme göre; ülkeye gelen ve iş yapmak isteyen bir yabancıya bir Suud'un kefil olması gerekiyor. Kefilin onay vermeden ülkeden giriş çıkış yapamıyorsun. Bu kefilin kişinin üzerinde neredeyse modern kölelik denebilecek kadar hakları var. (Expatlar hariç). Ve Suudlar her kefili olduğu yabancıdan, kişinin geliri oranında bir para alıyor. Örneğin bir Filipinli Suudi Arabistana geldi. Temizlikçi olarak çalışıyor. O kişinin kefili kimse, her ay belli miktar parayı cebine indiriyor hemde oturduğu yerden. Her Suud'un en az 2,3 kefilinin olduğunu düşünün, matematiğini siz yapın. Sistem o kadar vatandaşını korumaya yönelik çalışıyor ki, zaten pis işleri kendi vatandaşına yaptırmıyorsun, yabancı çağırıyorsun. Bir taraftanda kendi vatandaşına yine gelir sağlıyorsun. 
Kaliteli işler de de mutlaka belli oranlarda, Suud çalıştırma kotaları bulunuyor. Örneğin sevgilimin çalıştığı yer Suud Ordusuna tank ve savunma sistemleri yapıyor. Fabrikada belli pozisyonlarda Suud çalıştırma zorunluluğu var. İşe de gelmeseler, bazen 2 saat bile çalışmıyor dahi olsalar bu kotayı değiştiremiyorlar.Çünkü işsizlik çok yüksek. Bunun da nedeni yine fazla zengin olmaları. İşsiz,genç nüfus çok fazla ama ,iş beğenmedikleri için kimse çalışmaya değer bir iş bulup da kendini yormuyor. O yüzden gençlik araba yarışlarında, başı boş sokaklarda... 
Şimdi siz söyleyin, şöyle ortalama bir Türk erkeğini hayal edin. Bu standartlara sahip olsa yok ben yinede çalışıcam, 50 derecede işime de gidicem, namazımı da kılıcam tutmayın beni der mi demez mi? :)) cevabı hepimiz biliyoruz bence. Bizim eşekler gibi çalışıp sahip olmaya uğraştığımız evleri, arabaları, imkanları, çalışmadan sahip olduklarını düşünürsek ee niye çalışsınlar ki.... :)))
Bunun üzerine geçenlerde Sevgilimle konuşurken dedik ki: Huzur İslamda, Para var, huzur var :)) Sizce de Suudların mottosu bu değil mi? :D 

25 Şubat 2013 Pazartesi

The Kingdom


“Modern kölelik bu” dedi sevgilim bir gün markette alışveriş torbalarımızı hızla dolduran Filipinli, zavallı görünüşlü adama bakıp. Adam kısa boylu, üstü başı perişan, kafasını kaldırıp göz göze gelmeye bile cesareti yokmuşçasına sadece ve sadece oyalanmadan işini yapıyordu. Kim bilir nereden gelmişti buralara. Bu markette poşet doldurmaya… Kendi ülkesini, ailesini, belki sevdiği kadını ve çocuklarını bırakmıştı. Burada Arapların yapmaya çekindikleri, belki iğrendikleri, işleri yapmaya gönüllü olmuştu. Aslında sadece, Araplar demek doğru olmaz. Bizim gibi, Expatların, bu işleri yapmak için çok daha fazla para alan herkesin, ayak işini…
Burada Nepalliler, Filipinliler, Pakistanlılar, 3. 4.  Sınıf insan muamelesi görüyorlar. Diğer milletlerin yapmayı istemeyeceği tüm kötü işleri onlar yapıyorlar. Şoförler, bakıcılar, temizlikçiler, çöpçüler, markette poşet dolduranlar, garsonlar ve aklıma gelmeyen daha bir çok işte onlar varlar. Arapların hiçbirini bir yerde garson, bir mağazada çalışan, markette kasiyer olarak göremiyorsunuz. Buraya geldiğimden beri Arapları yolda lüks arabalarında, alışveriş merkezlerinde gördüm sadece.
Aslında denklem çok basit: Arabistan petrol zengini bir ülke. Para problem değil. O yüzden de devlet, kendi vatandaşını çalıştırmak istemiyor. Diyor ki: bu işleri benim vatandaşım yapacağına, diğer ülkelerden gelen ve bu paraya çalışmaya razı insanlar yapsın. Bu insanların aldıkları paralar o kadar az ki, bizim ülkemizde bu ücretler ancak belki haftalık olabilir ama bu parayı kendi ülkelerinin parasına çevirdiklerinde, bu eziyeti çekmeye değecek hale geliyor.
Araplar var, çok fazla taşın altına elini sokmayan, genelde müdür pozisyonunda. Onların altında Amerikalı, İngiliz CEO’lar var asıl işi yürüten. Türk mühendisler var iyi pozisyonlarda çalışan, Türkler var esnaflık yapan, lokanta işleten, berberlik yapan… Lübnanlılar var, Arapça bildiklerinden avantajlı, muhasebe işlerinin çoğunu yürüten. İşte genelde bu sıralamanın dışında kalan Hintli, Pakistanlı, Nepalli, Bangladeşliler ve Filipinliler en alt sırada sayılabilir.


Ailesiyle beraber yaşayan Amerikalı ve İngiliz Expat çok fazla burada. Genellikle çok yüksek maaşlarla, çok iyi koşullarda çalışıyorlar. O yüzden daha önceden de belirtmiştim burası altın bir kafes gibi diye. Onlar da ne kadar iyi koşullarda yaşasalar da,  burada bir Amerikalının veya İngiliz’in kendi ülkesini özlememesi imkansız. Bilirsiniz batılılar “outdoor” hayatı sürerler. Parklarda, cafelerde, restoranlarda… şehirler adeta “yaşar”. İnsanlar evde fazla vakit geçirmezler.


İşte o yüzden burada ufak vahalar yapmışlar yabancılar için. İçeri girdiğinde kendini, herhangi batılı gelişmiş bir ülkede hissedebileceğin. Expatların hepsi bu compound adı verilen yerlerde yaşıyorlar. Compoundlara Arapların girmesi yasak. Sadece yabancılar için. Kapıda yoğun güvenlik önlemleri var. Silahlı askerler ve uzun yüksek duvarlar… Buralar batılılar için bir nevi nefes alma imkânı yaratıyor. Çünkü içeride her şey serbest. Yüzme havuzu, spor salonları, jogging yapmaya elverişli ağaçlarla çevrili sokakları, hatta çocuklar için kreş, kadınlar için kuaför bile mevcut. İçeride alkol üretimine bile izin veriliyor. Ev yapımı şarap ve rakı bulmak mümkün.

Sevgilimin çalıştığı yer bu compoundlara 1 saat uzaklıkta, trafik sorunları ve uzaklık nedeniyle ve burada kısa kalacağım için biz compound’ta kalmayı bu sefer tercih etmedik. Ancak, sevgilimin çalıştığı yerde, eşleriyle beraber burada yaşayanlar, compoundlarda kalıyorlar. Compoundlarda yaşam dışarıdan tamamen bağımsız. Tamamen kendi ülkelerinde alışık oldukları yaşam tarzını buraya monte etmiş insanlar görebilirsiniz. Gündüz genelde erkekler işte olduğu için kadınlar ve çocuklar var. Genellikle, aileler, veya kısa süreli buraya gelmiş yalnız erkekleri de görebiliyorsunuz. Kadınlar arasında sosyal açıdan müthiş bir iletişim var. Azınlık olmanın sonucu her tür yardımlaşma mevcut. Aynı zaman da kadınlar ve çocuklar için alışveriş merkezlerine güvenli ulaşım imkanları da mevcut. Eşiniz işteyken dışarı çıkıp alışveriş yapmak istediniz veya bir arkadaşınıza gideceksiniz, compoundun güvenli taksisini veya servisini kullanabilirsiniz. Aynı zamanda %90 Amerikalıların, veya İngilizlerin yaşadığı compoundlar da var. Buralarda Amerikan İngiliz okulları da mevcut. Yani çocuğunuz dışarı bile çıkmadan buradaki okula gidebiliyor. Ortalama 400-500 villa, rekreasyon alanları, tenis kortları, yüzme havuzu, restoran, spor salonu bazılarında golf sahası, bovling gibi eğlence alanlarının da olduğu, oldukça geniş bir alan.

Ancak bu compoundlarda dışardaki hayatın tam tersi bir hayatın olması geçmişte oldukça fazla problemlere neden olmuş. 2003 yılında tam da 11 Eylülün üzerinden sadece 2 yıl geçmiş ve Islamafobia almış yürümüş, bombalı saldırılar dünyanın her yerinde birer birer düzenlenirken, Riyad’da Amerikalıların yoğun olarak kaldığı bir compounda bombalı saldırı düzenlenmiş ve 36 kişi hayatını kaybetmiş. Bu olayı konu alan Jamie Fox’un başrolünü oynadığı 2007 yılı yapımı “The Kingdom” diye bir film dahi çevrilmiş.
O günden sonra eskiden Arap askerlerinin girebildiği compoundlara artık askerlerin bile girişi yasaklanmış. Şimdi girişte inanılmaz güvenlik önlemleri var. Silahlı askerlerin koruduğu, metrelerce yüksek duvarlar, dikenli teller… Ve Nizamiye girişinde yabancı olduğunuzu gösteren pasaportunuz ile içeri girebiliyorsunuz. Aslında düşününce, Arapların içeri alınmaması oldukça mantıklı. Dışarıda o kadar katı olan şeriat kuralları, öyle bir hayatı dayatıyor ki, compoundlardaki yaşamın Arapların ayaklanmasına, “biz neden öyle yaşamıyoruz?” Diye sorgulamalarına neden olmaması içten bile değil.

22 Şubat 2013 Cuma

Çarşaf mı? Kime göre?


“Abayah” denen bu simsiyah, bizim çarşaf olarak genellediğimiz, kıyafetin aslında bir çok farklı çeşidi var burada. Genelde dışarıda Arap kadınlarının giydikleri ayak bileklerini bile kapatacak şekilde, oldukça uzun ve kumaş olarak biraz daha kalın. Benim giydiğim ise daha çok yabancı kadınların giydiğinden. Önden çıt çıtlı. Yakası hafif v şeklinde geliyor. Ve ayak bileklerim gözüküyor. Beden beden oluyor ve isterseniz üstünüze göre yaptırabiliyorsunuz.. Kolları, arkası farklı desenlerde olanları da var. Yanında birde başınıza örtmeniz için bir örtü veriyorlar. Arap kadınları ise başlarına daha farklı bir örtü örtüyorlar daha uzun. Bunun dışında birde peçe takıyorlar. Hatta muhafazakârlık ölçülerine göre eldiven takanlar ve gözlerini bile kapatanlar mevcut.
Ben ilk başta nasıl örteceğimi bilemedim. Bayağı bir uğraştım. Çünkü dışarıda gezerken özellikle alışveriş yaparken zamanla örtü sizin örttüğününüz şekilde pek kalmıyor. Kayıyor, bozuluyor. Bir de alışık olmayınca bünye kabul etmiyor ve sürekli başında, saçında bir şeyle dolaşmak insanı bunaltıyor. Ama zamanla pratik kazanıyorsunuz diyebilirim. Şimdi tel tokalarım olmadan dışarı çıkmıyorum. Saçımla başıma örttüğüm örtüyü tutturuyorum. Hem de iki yerden. Sonra birde, boynum açılmasın diye ki, genelde içime askılı giydiğim için açılabiliyor, boynumdan serbestçe dolayıp arkadan tutturuyorum. Bu beni uzun süre idare etmiş oluyor. Yine de dediğim gibi, bir şey bakarken alışveriş yaparken büyük sorun. Ayaklarınıza dolanması ayrı dert, kirlenecek diye çekiştirmek ayrı dert, boynuma, kafama, saçıma sarılmış bir şeyle dolaşmak hem de saatlerce ayrı dert… benim gibi boğazlı kazak bile giyemeyenlerdenseniz, yandınız. Şuan hava öyle bunaltıcı derecede sıcak değil ama yinede bazen fenalık geliyor L
Özellikle tuvalete girmek en zoru. Yanıma bazı zamanlarda çanta bile almıyorum. Çünkü çantaya sahip olmak bile zor geliyor bu kıyafetle. Belki alışamadığım için böyle olabilir ama inanın, şimdi anlıyorum neden kadınlara bir iş yaptırmıyorlar, poşet dahi taşıtmıyorlar. Kadınlar bu kıyafetle ancak orada yürümeyi başarıyor, gerisi fazlaJ
Gerçekten dini nedenlerle kapanan insanlara çok büyük saygı duyuyorum. Çok zor iş herkesin kaldırabileceği bir fedakârlık değil.
Burada kapansam da Arap kadınlar gibi tamamen kapanmadığım, saçım yüzüm gözüktüğü için zaten dikkat çekiyorum. O yüzden “Abayah” beraberinde sürekli bir kontrolü de getiriyor. İnsanlar bakıyor ve normalde birileri size sürekli bakıyorsa, ister istemez bir anormallik mi var diye kendini kontrol etme ihtiyacı oluşuyor. Artık bakışların normal olduğunu bilsem de yinede saçımı, üstümdeki çarşafı, boynumu, ara ara kontrol etmeden yürüyemiyorum.  Dün bir mağazada kasada sıra bekliyordum. Önümdeki çarşaflı kız bana dönüp öyle uzun, öyle rahatsız edici baktı ki, bu güne kadar bir kadının bakışlarından hiç bu derece rahatsız olacağımı düşünmemiştim. Ama öfke, kin, olumsuzluk dolu bir bakış değil bahsettiğim yanlış anlamayın. Tamamen merak dolu gözlerle, yüzüme, gözlerime, ellerime, üstümdekilere… O yüzden işte, insan, ne yapacağını şaşırıyor o bakışları üzerinde hissettiğinde…
Abayah ile ilgili son bir gözlemim daha oldu. Dün bir alışveriş merkezine gittik. Dünyanın en pahalı markalarının olduğu bir Mall. En üst katını “Ladies Only” yapmışlar. Sevgilimle dolaştıktan sonra en üst kata beraber çıkamayacağımız için ayrıldık. İkimizin de merak ettiği o katta neler oluyor? Sorusuna cevap bulmak için, üst kata çıktım. Şunu belirtmeliyim ki ben sadece kadınlara özel olan bölümde biraz daha uçuk bir şeyler bekliyormuşum sanırım. (Uçuk birkaç nokta vardı onlara sonra ki yazımda değinicem.) Örneğin; Çarşaflarından kurtulan ve dekolteli elbiseleriyle gezen kadın güruhu mesela J Ancak hiçte öyle bir manzarayla karşılaşmadım.
Sadece yüzünü açan kadınlar mı dersiniz, peçesiyle gezenler mi, yoksa benim normalde gezdiğim gibi başını örtmeden çarşafıyla gezenler mi ?... Bir tane kadın bile görmedim “abayah”sından kurtulmuş, tamamen kendi kıyafetleriyle gezen. Bakın hala kurtulmuş diyorum farkında olmadan. Bize göre kurtuluş belki ama onlar, o kadar benimsemişler ki, “kıyafet” olmuş onlar için sadece. Bende çıkarmadım çarşafımı başım zaten açıktı, öyle dolaştım. Şunu anladım ki, kadınlar hallerinden memnunlar. Bu kültürde bu şartlarda yetiştiysen, onların normali bu, bana inceleyerek bakmaları da bu yüzden zaten, onlara garip gelen ben ve benim gibi kadınlar.


                               Obenin iş arkadaşları ve eşleriyle yemekte. -Etrafımızdaki perdeleri fark etmişsinizdir :)-



            Mağazalarda kadın erkek sırası farklı. kasaların üzerinde "ladies only" veya "Men only               
            yazan tabelalar var. 


                         Namaz saatinde kapanan mağazaların önünde oturup, açılmasını bekleyen kadınlar.

                                         

19 Şubat 2013 Salı

Kadın Olmak ya da Olmamak, İşte Bütün Mesele Bu...


Burada kadın olmak hiç kolay değil evet, bunu herkes kolaylıkla buraya gelmeden bile söyleyebilir. Ama burada yaşarken elinizden alınmış onca özgürlüğün yanında size verilen bir çok ayrıcalık ve kolaylık da sizi şaşırtmaya yetiyor aslında. Burada kadınlar hiçbir iş yapmıyor. Buna ev işleri, çocuk bakımı da dahil. Arap kadınları aynı Arap erkekleri gibi çok tembel. Sanırım bunda biraz coğrafi koşulların da etkisi var ama sadece sıcak yeterli bir sebep olamaz bence. Galiba tembel bir millet demek kısa ama bir o kadar da özetleyici olacaktır. Her ev de Filipinli, Endonezyalı hizmetçiler çalışıyor. Orta halli ailelerin bile 2 tane yardımcısı var. Her kadının kendine ait bir şöförü bulunuyor çünkü bildiğiniz gibi kadınların araba kullanması yasak. Eğer şöför tutacak paran yoksa devlet bir şöför tutuyor. Yeter ki kadın zorda kalmasın J Uygulamalar aslında o kadar ilginç ki bir bakıyorsunuz çok katı bir Şeriat kuralı geçerli ama bunun yanında başka bir uygulama İslama bir o kadar ters. Kadınlar evde pek yemek yapmıyorlar genelde dışardan et alıp yanına pratik bir şeyler hazırlıyorlar. Zaten fast fooda çok meraklılar. Çocuklarının karınlarını genellikle ünlü Amerikan fast food zincirlerinde doyuruyorlar.

Kadınların giremediği veya gidemediği hiçbir yer yok. İşte demin bahsettiğim kolaylıklardan biri de bu. Eğer bir kısıtlama olacaksa erkeğe oluyor. Bazı mağazalar, restoranlar hatta alışveriş merkezleri var onlar sadece kadınlara özel. İçeri erkek alınmıyor. Orada kadınlar rahatça gezip dolaşıyor ve istediği şekilde alıveriş yapıyor. Bu alışveriş merkezleri genelde iç çamaşırı ve abiye satan mağazalar. Bir de “Family Only” yerler var. Özellikle restoranlar ve mağazaların çoğu. Buralara da erkeklerin yanında, kadın olmadan girmesi yasak. Geçen gün böyle bir restorana gittik. Sevgilimin iş arkadaşları ve eşleriyle. Arabayı park edip restorana giriyorsun, Avrupa veya Amerika da bir restorandan farksız dekorasyon, yemekler… Ancak içeri girince kadınlar başını açabiliyor. Hemen bir masa ayarlanıyor, işte farklılık burada ortaya çıkıyor. Masaların etrafını kapatan perdeler var. Yani oturduğunuzda size özel hale geliyor. Perdeler kapandıktan sonra bir tek size servis yapan garson dışında kimseyi görmüyorsunuz. Ve isterse kadınlar üstlerini çıkarabiliyor. Genelde yabancıların tercih ettiği yerler ama Arapları da görmek mümkün.

Evimizin tam karşısında kadınlara özel bir kompleks var. Ama daha gitmeye fırsatım olmadı. 4 riyal verip giriyorsun, içerde ne olduğunu tam öğrenemesem de (kapıdan sordum ama içerdeki kadınlar İngilizce bilmiyorlardı Arapça konuşmakta ısrarcı olunca gidip keşfederek öğrenmenin en iyisi olacağına karar verdim.) muhtemelen yeşil alan, park, yüzme havuzu gibi şeylerin olduğunu düşünüyorum.

Kadınlar çok süslüler ,sadece gözleri gözüküyor ama o gözleri öyle bir boyuyorlar ki  eminim sadece bu şekilde bile Arap erkeklerinin hayallerini süslüyorlardır.

Erkeklerin 2. Kadını almasını da aslında zorlaştırmışlar. Sandığımız kadar kolay değil. Bir kere zengin olmak gerekiyor. Çünkü belli miktar para vermeden 2. Alınmıyor. İkincisi kadının rızası gerekiyor. Kadın onay vermezse yine 2. Yi alamıyor. Bunu duyunca aklıma bizim doğuda güney doğuda yaygın olan kumalık durumu geldi. Zavallı Türk kadını dedim içimden belki çarşafa girmesi zorunlu değil ama hayatını kolaylaştıracak da hiçbir uygulama yok. Ne Hukuksal açıdan ne de gündelik hayatta…

Burada kadınlar hiçbir yerde sıra beklemiyor. Kadın hep öncelikli, kadın iş yapmıyor, eşya taşımıyor, temizlik yapmıyor. Daha bu örnekleri uzatmak mümkün…Örneğin bizim evimizi temizlemeye kadınlar değil Filipinli erkekler geliyor. Tabi ki ben evde yokken yoksa girmiyorlar içeri…

Kadınlar üstlerine kadın gelmesin diye kocalarının parasını yemeye çalışıyor aslında. Deliler gibi alışveriş yapıyorlar. Önceden bahsetmiştim, deneme kabini olmamasına rağmen beğendikleri ne varsa alıyorlar. Ancak bu durum bence psikolojik bir rahatlama amacı taşıyor. Çünkü ne alırsan al, ne giyersen giy, üstündeki çarşaf kadarsın…

Buraya geldiğimden beri çarşaf veya buradaki ismiyle “Abayah” giymenin bazı olumlu yanlarını keşfettim. Hani hep olumsuzu yazacak değilim ya günlük hayatta insan farklı hissedebiliyor. En büyük kolaylığı ne giysem derdini ortadan kaldırması. Biz kadınlar bu konuda oldukça kararsız olabiliyoruz malum. Hava sıcak olduğu için askılı bir t-shirt altına bir siyah tayt giyip hiç düşünmeden dışarı çıkabiliyorum. Bu büyük kolaylık gerçekten. Düşününce burada en lüks restorana bile pijamayla gidebilirsiniz. Şahsen getirdiklerimin yarıdan fazlasını daha giymedim. Ama bu durumun canımı sıkan başka bir yönü var ki o da; güzel, şık bir kıyafet almanın pek bir anlamının olmaması. Burada hep duymuşsunuzdur kadınlar, şık,açık kıyafetlerini evde giyerlermiş diye… bu gerçekten doğru. Çünkü kadının doğası gereği sahip olduğu, kendini gösterme, sergileme, beğenilme ihtiyacını burada tatmin etmesi imkansız. Bunu tatmin etmenin de tek yolu evde eşlerine veya arkadaşlarına göstermek için giyinmekten geçiyor.
İşte buyüzden, dışarda kadınlar birbirlerinin kıyafetlerini süzemedikleri için, çantalarına aşırı özen gösterdiklerini fark ettim. Pahalı, kaliteli çanta oldukça önemli. Kadın milleti işte illa ki gösterecek bir şey buluyor, ne kadar kısıtlarsan kısıtla :)

Bir sonraki yazımda "abayah" giymenin incelikleri, başı kapamanın püf noktaları ve 27 sene açık gezdikten sonra kapalı yaşamak ne hissettirdi?... stay tuned  :)